Kendimizi fark etsek de mi saklasak fark etmesek de mi göstersek?

Günlük konuşmalara, öylesine kurduğumuz ilişkilere gözlemci olarak bakmak hobilerim arasında.

Kim ne derken aslında ne gösteriyor, söylediklerinde ne kadar samimi, bunu söylerken aslında ne düşünüyor, insanın yüzüne dikkatle bakarsan, anlamlandırmak için dinlersen apaçık ortada.

Kimi özgüvensizliğini sürekli “ben her konuyu bilirim” diye bağararak kapatmaya çalışıyor, kimi tüm özgüveniyle bir köşede komediyi sessizce, içten içe gülerek takip etmeyi izliyor.

Kimi bilmediklerinden öyle rahatsız ki bildiğini söylemeye de cesareti yok, hayat sanki bir sınav ve ona her an bilmediği taraftan bir soru gelecekmiş gibi endişeli.

Gün sonunda iş dönüp dolaşıp öyle bir yere takılıyor ki, kendini fark etmek, bilinçli olarak o anı , o andaki hissini ve seçimlerini sahiplenmek sanıldığından daha ağır bir hal alıyor.

O zamanlarda insan bilmeden yaşamak mı daha rahat bilerek seçerek katlanmak mı bilemez hale geliyor.

Katlanmak deyince devreye şefkat giriyor,

Tüm bu olan biteni, bütün başına gelenleri ve kendini tüm olumsuzluklarıyla yargılayışını fark ediyorsun, bir de en yakın tüm bu olanları en yakın arkadaşın yaşamış ve sen ona tavsiyeler veriyor olma halin var,

birden işin içine şefkat giriyor, o yargılayan, tüm olayın en büyük yanlışlarını ortaya çıkaran ses, yumuşayıp aslında doğru tarafların da olduğunu, en azından öğrenmeye başladığını fısıldıyor.

Pekçok kez aynı şeyi yaşıyoruz, yakınımızdaki birinin acısını görünce tüm nezaketimizle, zarifçe el uzatıyoruz.

Aynı nezaketi ve anlayışı kendimize göstermek ise çoğunlukla aklımıza bile gelmiyor.

Fark ettikten sonra farkında yaşamaya devam etmek içinse özşefkate ihtiyacımız var.

Kendimize karşı uyum ve kabullenmeyle, kendimize teşekkür edip, eksiklerimizi, yetersizliklerimizi kucaklamaya ihtiyacımız var.

Bunu yapan insanların diyaloglarında sahilik var, iyisiyle kötüsüyle orada, sadece kendisi olan insanların kurduğu, capcanlı bir paylaşımında yatan şey ise hayatın anlamı.

Write a comment